Ankara ve Edebiyat: Başkentin İz Bıraktığı Türk Yazarları

Türkiye’nin kalbi olan Ankara, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yalnızca siyasi ve bürokratik bir merkez olmakla kalmamış, aynı zamanda zengin bir edebî geçmişin beşiği haline gelmiştir . Anadolu’nun ortasındaki bu kadim şehir, özellikle 1920’lerden itibaren yazarları, şairleri ve düşünürleri kendine çekerek çağdaş Türk edebiyatının oluşum sürecinde aktif bir rol oynamıştır . Ankara’nın bozkırında filizlenen edebiyat insanları, şehrin politik atmosferinden yalnızlığına, taşra ruhundan bürokratik yaşamına kadar pek çok yönünü eserlerine aksettirmiştir. Aşağıda, yolu Ankara’dan geçmiş veya Ankara’da yaşamış ve bu şehri edebiyatında derin izlerle yansıtmış bazı önemli Türk edebiyatçılarının hikâyelerine bakacağız. Her birinin Ankara ile bağı, eserlerinde bu kentin nasıl göründüğü ve Ankara’nın hangi yönlerini yansıttığı kültürel bir bakış açısıyla incelenmektedir.

Milli Mücadele Dönemi ve Erken Cumhuriyetin Edebiyatçıları

Ankara’nın edebiyat serüveni, Milli Mücadele yıllarında başladı. 1920’lerin başında, Kurtuluş Savaşı’nın merkezi olarak Ankara, İstanbul’dan gelen birçok aydına kucak açtı. Örneğin, Mehmet Âkif Ersoy, İstanbul’dan Ankara’ya gelerek istiklal mücadelesine katıldı ve ünlü İstiklâl Marşı’nı 1921’de Ankara’da, Taceddin Dergâhı’nda kaleme aldı . Vatan şairi Mehmet Âkif, Ankara’nın çetin koşulları içinde milletin bağımsızlık azmini dizelere döktü. Onun Ankara günleri, milli ruhun canlandığı bu şehirde ümitle kaleme aldığı marşta ve diğer şiirlerinde yankı bulmuştur. Ankara’da yakılan bağımsızlık meşalesinin alevi, Âkif’in mısralarında “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal!” şeklinde ölümsüzleşmiştir.

Halide Edip Adıvar da Kurtuluş Savaşı sırasında yolu Ankara’ya düşen önemli bir edebiyatçı ve fikir kadınıydı. İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçmiş, 1920’de Ankara’ya gelerek Mustafa Kemal önderliğindeki Milli Mücadele hareketine katılmıştır. Halide Edip, cephe gerisinde ve Meclis koridorlarında tanık olduklarını sonradan kaleme aldığı Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı anılarında dile getirmiştir. Ankara’nın o dönemdeki heyecanlı ama çetin atmosferini, idealizm ve fedakârlıkla yoğrulmuş ruh halini eserine yansıtmıştır. Onun gözünde Ankara, “ateşle imtihan” veren bir milletin karargâhıdır; politik kararlılığın ve umutların şehridir. Bu yönüyle Halide Edip, ileride romanlarında işlediği güçlü kadın karakterlerin cesaretini belki de Ankara günlerinin ilhamıyla şekillendirmiştir.

Milli Mücadele’nin edebî tanıklığını yapan bir diğer önemli isim Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Yakup Kadri, savaş sonrasında bizzat Ankara’da yaşamış, Cumhuriyet’in ilk yıllarında milletvekilliği yapmış ve Ankara’nın toplumsal panoramasını yakından gözlemlemiştir. Ünlü “Ankara” romanını 1934’te yayımlayan Yakup Kadri, eserde Kurtuluş Savaşı yıllarından 1930’lara uzanan süreçte Ankara’nın değişimini üç devre halinde anlatır. Romanın başkahramanı Selma Hanım’ın hayatı, Ankara’nın yazgısıyla özdeş kurgulanmıştır; onun arayışı “Ankara’nın arayışıdır”, yaşadıkları başkentin dönüşümüdür . Romanın ilk bölümünde savaşın yoksul, heyecanlı Ankara’sı; ikinci bölümde Cumhuriyet’in hemen sonrasında umutlarla dolu ancak henüz tutunmaya çalışan Ankara; üçüncü bölümde ise 1930’ların gerçekliğiyle yüzleşen, idealist hayallerin yerini çıkarcılığın almaya başladığı Ankara gözler önüne serilir . Yakup Kadri bu eserinde, yeni Cumhuriyet’in getirdiği toplumsal değişimleri, Ankara üzerinden bir ütopya ve eleştiri karışımıyla sunmuştur. Nitekim eleştirmenlerin de belirttiği gibi Ankara romanı, yazarın özlemini çektiği geleceğin modern Türkiye’sini simgesel bir “gelecek Ankara” imgesiyle kurmaya çalışır; idealist vatanseverlerin çağdaş, öz değerleriyle barışık bir toplum yaratma mücadelesini anlatır . Selma Hanım’ın gözünden, Milli Mücadele coşkusunun nasıl olup da zaferden sonra yerini unutkanlığa ve şahsi çıkarlara bıraktığını gösterir. Romanda belirgin şekilde, savaş yıllarında halkın mütevazı hayatı ve fedakârlığı vurgulanırken, zafer sonrasında bazı karakterlerin (örneğin Hakkı Bey, Murat Bey gibi) milli mücadele ruhundan kopup “vurguncu” ve savurgan hale gelmeleri eleştirilir . Böylece Yakup Kadri, Ankara’nın mekân olduğu bir toplumsal aynada, devrim ideallerinin zamanla aşındığını gözler önüne serer. Ankara, onun kaleminde hem ümitlerin şehri hem de zafer sonrası unutulmuş ideallerin şehridir.

Yakup Kadri’nin yakın dostu Falih Rıfkı Atay da Ankara’nın erken Cumhuriyet dönemini yazılarında ölümsüzleştirmiştir. Her ne kadar Falih Rıfkı daha çok fıkra ve anı türünde eserler verse de, Çankaya kitabında Ankara’nın Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kritik rolünü, Mustafa Kemal Atatürk’ün çevresindeki olayları anlatır. Onun satırlarında 1920’lerin Ankara’sı, kerpiç evleriyle bozkır kokan küçük bir kasabadan, yeni bir ulusun inşa edildiği karar merkezine dönüşür. Yahya Kemal Beyatlı gibi İstanbul sevdalısı bir şair bile kısa süreliğine Ankara’da bulunmuştur – gerçi onun Ankara’ya bakışı epey soğuktur. Rivayete göre, bir sohbet sırasında Yahya Kemal’e “Ankara’nın nesini en çok sevdiği” sorulduğunda, “İstanbul’a dönüşünü seviyorum” diye nükteli bir cevap vermiştir . Bu esprili söz, Ankara’ya duyulan hislerin her zaman romantik olmadığını gösterse de, arka planda İstanbul’a alışkın bir neslin Ankara’yı benimsemekte zorlanışına işaret eder. Ankara, özellikle eski İstanbullu entelektüeller için başta “taşra” sayılabilecek bir sükûtun şehriydi; ancak aynı isimler, Cumhuriyet’in yeni başkentini inşa etme idealine de büyük saygı duyuyorlardı.

Bu dönemde Ankara’ya dair edebî eserler verenlerden biri de Aka Gündüz’dür. Onun Dikmen Yıldızı romanı, Kurtuluş Savaşı Ankara’sını fon alarak yazılmış erken Cumhuriyetçi bir eserdir. Gündüz, Ankara’nın Dikmen sırtlarında milli mücadeleye destek için çırpınan insanların hikâyesini, aynı adlı romanda işlemiştir. Ankara’nın yükseklerinde yanan istiklâl ateşi, bu romanda bir aşk ve vatanperverlik öyküsüyle iç içe geçer. Yine dönemin edebiyatında Ankara, sık sık bir sembol şehir olarak çıkar karşımıza: Eskiyi temsil eden İstanbul’un karşısında, yeniyi ve devrimi temsil eden bir “ümidimiz” olarak.

Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar, kaleme aldığı ünlü deneme kitabı Beş Şehir’in bir bölümünü Ankara’ya ayırırken tam da bu eski-yeni gerilimine odaklanır. Tanpınar, 1940’larda yayımlanan bu denemelerinde Ankara’yı, kendi ifadesiyle “hayatının tesadüflerinden biri” olarak görür ve şehrin geçmişine ve geleceğine duyduğu hisleri dile getirir . Ankara’nın, Osmanlı’nın taşra kasabasından modern Cumhuriyet başkentine evrilişini, tarihî ve estetik gözlemlerle anlatır. Eski Ankara’nın Ankara Kalesi çevresindeki mahalleleri, Arap tarzı kervansarayları ve bozkır yalnızlığı Tanpınar’ın satırlarında nostaljik bir tonda hissedilirken; yeni Ankara’nın ise bir medeniyet hamlesinin sahnesi olduğu vurgulanır. Yazar, şehrin ruhunu “eski ile yeninin daimî çatışması” şeklinde tanımlar ve bu çatışmada Ankara’nın bir inşa faaliyeti içinde olduğunu belirtir . Beş Şehir’in Ankara bölümünde, bir yandan Selçuklu ve Osmanlı yadigârı eserlerin önünde durup geçmişi düşleyen Tanpınar, öte yandan genç Cumhuriyet’in diktiği anıtları ve binaları görüp geleceğe dair bir “iştiyak” (özlem ve heves) duyduğunu söyler . Onun Ankara’sı, kaybolan değerler için hüzün ile yeniliğe duyulan coşku arasında bir sevgi potasında yoğrulur . Tanpınar’ın metninde eski mahalle kahvelerinden Millet Bahçesi’ne, yeni meclis binalarına kadar mekânlar, bir kültürel bellek ve değişim hikâyesinin parçalarıdır. Ankara Kalesi’nin eteklerinde dolaşırken hissedilen tarih, Cebeci’ye doğru uzanan yeni bulvarlarda yerini gelecek tasavvuruna bırakır. Böylesi keskin dönüşümler, Tanpınar’ın denemesinde Ankara’yı bir zaman ve medeniyet aynası yapmıştır.

Ankara’da Filizlenen Yeni Edebî Akımlar (1930’lar-1950’ler)

Cumhuriyet’in ilk on yıllarında Ankara, edebiyat ve kültür hayatının kurumsallaştığı bir şehir kimliği kazandı. Başkentin sunduğu imkânlar – örneğin Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Devlet Konservatuvarı, Halkevleri, Milli Kütüphane ve bizzat devletin desteğiyle kurulan çeviri büroları, dergiler – pek çok yazarı buraya topladı . Bu ortam, yeni edebî akımların doğmasına ve özgün eserlerin üretilmesine zemin hazırladı.

Bu dönemde Orhan Veli Kanık ve arkadaşları Ankara ile İstanbul arasında iki şehirli bir edebiyat kuşağını temsil ediyordu. Garip akımının öncülerinden Orhan Veli, İstanbul doğumlu olsa da gençlik yıllarının bir kısmını Ankara’da geçirdi. Hatta bir süre Ankara Erkek Lisesi’nde okudu; edebiyat öğretmenleri arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi isimler vardı, sınıf arkadaşları ise Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’tı . Taş Mektep denen bu lisede edebiyatın ne büyük tesadüflerle iç içe geçtiğini düşünelim: Tanpınar’ın öğrenciye İstanbul zevkini, Faruk Nafiz’in hececi şiiri aşılamaya çalıştığı; Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat ve Orhan Veli’nin ise kendi aralarında bambaşka bir yenilik tohumu filizlendirdiği bir yer . Orhan Veli sonraki yıllarda Ankara’da kısa süreli memuriyetler de yaptı (örneğin Milli Eğitim Bakanlığı’nın Tercüme Bürosu’nda). Bu yıllarda Ankara’nın memur mahalleleri, hükümet koridorları belki de onda farklı izlenimler bıraktı. Kendisi “Ankara’yı en çok İstanbul’a dönüşü için seviyorum” esprisini dillendirenlerden biri olmasa da, Orhan Veli’nin dizelerinde Ankara’nın adı pek geçmez. Yine de şairin sade ve günlük hayata dair şiirlerindeki bürokratik monotonluk ve küçük memur dünyası, bir ölçüde Ankara deneyiminin nükteli bir yansıması sayılabilir. Nitekim Orhan Veli’nin dönemdaşı Behçet Necatigil de Ankara’da bulunmuş ve bu atmosferi şiirlerine taşıyan bir isimdir. İstanbul’da doğan Necatigil, 1940’larda bir süre Ankara’da öğretmenlik yapmıştır . Onun şiirlerinde belirgin bir “ev ve memur hayatı” teması öne çıkar. “Evler”, “Memur” gibi şiirlerinde, sobalı evler, dar maaşlı mesailer, radyo başındaki akşamlar betimlenir. Necatigil’in dizelerinde hissedilen o yalnız memur duygusu ve kentin soğuk akşamları, adeta 1940’ların Ankara’sının ruhudur. Zira bu şehir, genç Cumhuriyet’in idealist memurlarının hem yükseldiği hem de yeknesak bir rutine kapıldığı yerdir. Necatigil, hamasi nutuklardan uzak durarak sıradan insanın gündelik dünyasını anlattı . Bu yönüyle, Ankara’nın sıradan memur evlerini ve loş sokaklarını şiire sokmuştu denebilir.

Yine 1940’ların Ankara’sında, Cahit Sıtkı Tarancı gibi şairler de bulunmuştu. Diyarbakırlı Tarancı, Paris’teki tahsilinden sonra II. Dünya Savaşı yıllarında Ankara’ya gelmiş ve devlet memuru olarak çalışmıştır. Uzun süre Ankara’da yaşayıp çalışan Tarancı’nın belki de en bilinen şiiri “Memleket İsterim”, kimi yorumlara göre Ankara’da geçen memuriyet yıllarının özlemlerini yansıtır . Bu şiirde “Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun” derken, aslında hem ülke hem birey için ütopik bir huzur dilemiştir. Cahit Sıtkı’nın Ankara’sı, yalnız ve soğuk bir memur kentidir; arkadaş çevresi dar, geceleri kendi içine dönük biridir. O nedenle “memleket isterim gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun” diyerek belki de bozkırın griliğinden kaçıp bir cennet hayal eder. Ankara’nın bürokratik rutinine sıkışmış bir şair olarak Tarancı, umut dolu dizelerin ardında derin bir yalnızlık barındırır. Nitekim Ankara’da geçirdiği yıllarda Tarancı’nın sağlığı da bozulmaya başlamış, içine kapanıklığı artmıştır. “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” dizelerini yazan şair, genç yaşta ölümü düşünürken belki de Ankara gecelerinin hüznüyle hemhal olmuştu. Yalnızlık ve ölüm teması, onun şiirlerinde bu dönemde belirginleşir. Tarancı’nın Ankara’sı, dost meclislerinden ziyade kendi evinin odasında şiire sığındığı bir dünyadır. Yine de, “Memleket İsterim” gibi dizelerde yansıyan umut, Ankara’nın memur odalarında bile güzel yarınların düşlenebildiğini gösterir .

Bu dönemin Ankara’sında entelektüel hayat sadece bireysel eserlerle değil, aynı zamanda kahvehanelerdeki hararetli tartışmalarla da şekilleniyordu. Meserret Kahvehanesi ve Kuyulu Kahve gibi mekanlar, edebiyatçıların buluşma noktalarıydı . Meserret’te Halit Ziya, Mehmet Rauf gibi eski kuşak yazarların sohbetleri yapılırken; Huzur Kıraathanesi’nde Enis Batur, Oruç Aruoba, Ece Ayhan gibi isimlerin boy gösterdiği ilerleyen yılların tartışmaları meşhur oldu . Ankara’nın bu kahvehane kültürü, edebiyat ve fikir dünyasının gelişmesinde özgür bir zemin sağlıyordu. Yazarlar, şairler ve akademisyenler kürsüsüz ortamlarda bir araya gelip memleketi, sanatı tartışıyor, ateşli fikir kavgaları veriyordu . Özellikle 1940’lar ve 50’lerde, İstanbul Pastanesi gibi mekanlarda yeni dergilerin, akımların tohumları atıldı. Necip Fazıl Kısakürek, örneğin 1930’ların sonunda Ankara’da Ağaç dergisini çıkarırken Ulus’taki İstanbul Pastanesi’ni merkez edinmişti . Bu mekanlar, Ankara’yı fikrin ve tartışmanın şehri haline getirmiştir. Kahvehane sohbetlerinin anılarında, “Kültür öyle paylaşılıyordu: konuşarak, tartışarak, kavga ederek” diye anlatılır . Yani edebiyat sadece kitaplarda değil, Ankara’nın dumanaltı kahvelerinde de yazılıyordu.

İkinci Yeni ve Ankara: 1950’lerin Şiir Başkenti

1950’lere gelindiğinde Ankara, Türk şiirinde devrimci bir kırılmanın, İkinci Yeni akımının, beşiği oldu. İstanbul her ne kadar kültür merkezi olarak bilinse de, ikinci yeni şiirinin önde gelen bazı şairleri öğrencilik veya memuriyet nedeniyle Ankara’da bulunuyor ve birbirlerini burada besliyorlardı . Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Turgut Uyar gibi şairler, 1950’lerin ortasında Ankara’da yolları kesişen genç edebiyatçılardır.

Bu kuşağın bir kısmı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (Mülkiye) okurken tanıştı. Cemal Süreya (asıl adı Cemalettin Seber), Erzincan’da başlayan hayatını Ankara’da üniversiteyle sürdürdü. Mülkiye yıllarında yakın arkadaşı Sezai Karakoç ile birlikte edebiyat sohbetlerine dalmışlardı. Hatta aralarında girilen bir iddia sonucu Cemalettin Seber, soyadındaki “y” harfini atarak “Süreya” yapmış ve bu isimle meşhur olmuştur – rivayete göre bu bahsi kazanıp kaybetme meselesi bile Ankara gecelerinin esprilerinden biridir. Cemal Süreya’nın ilk şiirleri, Pazar Postası gibi Ankara merkezli dergilerde yayımlandı; o derginin etrafında toplanan gençler serbest şiirin sınırlarını zorluyordu. Ankara’nın onlara sunduğu şey, İstanbul’daki edebiyat çevrelerinden farklı olarak, biraz daha sakin ama bunaltıcı bir memur şehri atmosferi idi. İşte ikinci yeni şiirinin kapalı ve bireysel dünyasının oluşmasında, belki de bu Ankara yalnızlığının payı vardı. Cemal Süreya’nın dizelerinde Ankara’nın adı pek geçmez; fakat “Üvercinka” gibi şiirlerinde hissettiğimiz o garip özlem ve kent insanının sıkışmışlığı, Ankaralı yılların bir izdüşümü olabilir. Kendisi uzun yıllar sonra dahi Ankara’yı unutmadı; 1970’lerde yine Ankara’da, maliyede müfettiş olarak çalışırken de şiir yazmaya devam etti. Bir anısında, Akay Yokuşu’ndaki ofisinden Kızılay’ın kalabalığına bakıp insanların yüzlerine şiirler döktüğünü anlatır. Kızılay, Sakarya Caddesi, Tunalı Hilmi gibi semtler onun neslinden pek çok şairin buluşma ve esinlenme noktalarıdır.

Sezai Karakoç ise Mülkiye’den mezun olup Ankara’da Maliye Bakanlığı’nda memurluk yapmış, şiiri ve düşüncesiyle önemli iz bırakmış bir başka isim. Karakoç’un en meşhur şiiri “Monna Rosa”, Ankara’da bir öğrenci yurdunda yazılmıştır. Genç Sezai, fakültede platonik bir aşkla bağlandığı Muazzez Akkaya’ya ithafen bu şiiri kaleme aldığında yıl 1953’tü ve Ankara’nın baharı yaşanmaktaydı. Monna Rosa’daki gülleri ve hüzünlü sesi, büyük ölçüde Ankara’daki üniversite gençliğinin masumiyeti olarak okuyabiliriz. Bu şiir yıllarca dillerden düşmedi; içinde “Sakarya” adlı bir bölüm de barındırır. Karakoç’un Ankara’sı, üniversite bahçelerinde boyun büken akasyalar, taş binalar ve kütüphanelerle bezelidir. Onun şiirinde doğrudan doğruya siyaset veya günlük hayat yansımaz; lakin his dünyasının temelini oluşturan yalnızlık, metafizik arayış ve özlem duyguları, Ankara yıllarının ruhudur. Genç Karakoç, geceleri Zafer Çarşısı’nın altındaki küçük kitabevlerinde arkadaşlarıyla hayaller kurarken de, gündüzleri memuriyet odasında rakamlarla boğuşurken de kendi iç evrenini büyütmüştür. Monna Rosa, Ankara’da doğan bir efsane oldu; dizeleri elden ele dolaştı. Karakoç daha sonra İstanbul’a yerleşip mistik-ideolojik çizgide eserler verse de, hep o gençlik şiirinin gölgesi peşindedir.

Turgut Uyar ve Ece Ayhan gibi isimler de Ankara’ya yolu düşen İkinci Yeni şairleridir. Turgut Uyar, askerlik görevini bıraktıktan sonra 1950’lerin ikinci yarısında Ankara’ya yerleşip bir devlet kurumunda (Toprak Mahsulleri Ofisi) memur olarak çalışmaya başladı . Bu dönemde Uyar, en verimli şiir kitaplarından bazılarını (örneğin Dünyanın En Güzel Arabistanı) yazdı. Bir yanda gündüzleri resmi evraklarla meşgul “efendi bir memur”, diğer yanda geceleri Abbas Saatçısı’nda veya Küçükesat meyhanelerinde şiir konuşan bir bohem olarak Ankara hayatı, Uyar’ın şiirine farklı bir ton kazandırdı. Onun 1955 sonrası şiirlerinde, büyük şehrin bunaltısı, büro binalarının tekdüzeliği ve bozkır rüzgârının savurduğu bir iç sıkıntısı sezilir. “Tütünler Islak” derkenki melankolisi, biraz da Ankara’da kalıp İstanbul özlemi çeken bir ruh halinden kaynaklanıyor gibidir. Uyar’ın Ankara’sı, sevgiye ve dostluğa sığınarak katlanılan, “başkent” kimliğine rağmen içsel bir taşra yalnızlığı taşıyan bir şehirdir. Nitekim o da 1960’ların sonunda Ankara’yı bırakıp İstanbul’a yerleştiğinde, şiirlerindeki atmosfer değişecektir. Yine de Uyar, geriye Ankara’da yazdığı, modern Türk şiirinin en özgün dizelerini bırakmıştır.

Ece Ayhan’a gelince: O da 1950’lerin ilk yarısında Mülkiye’de okuyup 1959’da kaymakamlık stajını yapmıştır. Bu süreçte Ankara’da Pazar Postası çevresine dahil olan Ece Ayhan, en sıra dışı şiirlerini belki de bu özgür ortamda tasarlamaya başlamıştır. Onun şiirleri Ankara’nın herhangi bir sokağını anlatmaz, zira tarih ve sembollerle yüklüdür; ancak Ece Ayhan’ın asi ve “sivil” dili, başkentin resmî diline bir tepki gibidir. Ankara’daki bürokratik hiyerarşiye duyduğu mesafe, şiirlerindeki anarşik tutumda hissedilir. İkinci Yeni’yi Ankara’da filizlendiren bu gençler, bir bakıma Cumhuriyet’in resmi kültür merkezinde resmiyete meydan okuyan bir edebiyat yaratmışlardır. Devlet dairelerinin, okul amfilerinin ciddiyeti içinde onlar sürreal imgeler ve bireysel mitolojiler kurmuşlardır. Bu tezat, Ankara’nın edebiyat tarihine en büyük katkılardan biri olan İkinci Yeni hareketini doğurmuştur .

1960’lardan 1980’lere: Ankara’nın Yalnızlığı ve Siyaseti Edebiyatta

1960’lar ve 70’ler, Ankara’nın edebiyatta iyice “karakter” kazandığı yıllardır. Bir yandan siyasi çalkantılar (1960 darbesi, 1971 muhtırası, 1980 darbesi) başkenti doğrudan etkilerken, diğer yandan Ankara’daki üniversiteler ve kurumlar etrafında yepyeni edebî sesler yükseldi. Bu dönemde Ankara’da yaşamış yazarlar, şehrin hem toplumsal dönüşümünü hem de bireylerin iç dünyalarını eserlerine başarıyla yansıttılar.

Adalet Ağaoğlu, bu kuşağın önde gelen romancılarındandır. 1929’da Ankara’nın Nallıhan ilçesinde doğan Ağaoğlu, çocukluğundan itibaren Ankara atmosferini solumuş; Ankara Kız Lisesi ve ardından Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde okumuştur . 1950’lerden 70’lere dek Ankara’da yaşayan, TRT’de (Türkiye Radyo Televizyon Kurumu) radyo tiyatrosu bölümünü yöneten Ağaoğlu, Cumhuriyet’in idealleri ile bireylerin gerçekleri arasındaki çelişkiyi en iyi irdeleyen yazarlardan biri olmuştur. Ünlü “Dar Zamanlar” üçlemesinin ilk romanı olan Ölmeye Yatmak (1973), doğrudan doğruya Ankara’yı mekân alır ve Cumhuriyet ideolojisinin kuşaklar üzerindeki etkisini irdeler. Romanın başkahramanı Aysel, 1938’de Ankara’da bir kasaba okulunda müsamerede başlayan hayat yolculuğunu, 1960’larda Ankara Palas Oteli’nde kendini sorguladığı bir ana dek getirir. Adalet Ağaoğlu, bu romanda Ankara’yı bilinçli bir tercih olarak mekân seçmiştir, çünkü Ankara Cumhuriyet’i temsil eder: “Romanda mekân olarak Ankara’nın kullanılması tesadüfî değildir. Ankara, yeni Türkiye’nin başkentidir, bu yönüyle Cumhuriyet’i temsil eder” diye belirtir incelemeciler . Gerçekten de Ölmeye Yatmak’ta Ankara, eski İstanbul’a karşı yeni kimliğin timsalidir; eski ve yeni değerlerin çatışma alanıdır. Ağaoğlu, romanda Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki inançla ilerleyen idealist kuşağı ve sonraki yıllarda bu ideallerin sarsılışını Aysel’in anılarıyla anlatır. Romanın başında Aysel, Ankara’daki lisenin bahçesinde Batılı dansların sergilendiği bir yıl sonu gösterisini hatırlar; bu sahne, genç Cumhuriyet’in ulusçuluk ve batıcılık ideallerini simgeler . Roman ilerledikçe, Aysel’in kişisel hayatında ve ülke tarihinde bu ideallerin ne ölçüde yaşandığı sorgulanır. Ankara sokak adları, mekanları romanda tek tek anılır: Genç Aysel’in İstanbul’da üniversite okurken günlüklerinde Osmanlı takviminin ay adlarını kullandığı, sonra Ankara’ya yerleşince modern takvime geçtiği detayını bile Ağaoğlu ustalıkla işler . Bu, sembolik olarak Ankara’nın bireyin zihin dünyasındaki değişimi temsil ettiğini gösterir: Eski takvim (Osmanlı zamanı) İstanbul’a, yeni takvim (Miladi takvim) Ankara’ya aittir . Ağaoğlu’nun Ankara’sı, devlet daireleri, otel odaları, üniversite koridorları ile doludur; karakterleri bu mekanlarda sürekli olarak kimlik muhasebesi yaparlar. Ölmeye Yatmak’ta Aysel’in bir otel odasında kendini sorguya çekmesi, aslında Cumhuriyet’in de kendi kendini sorguya çekmesidir. Yazarın kendisi de bir söyleşide, Dar Zamanlar üçlemesinde Ankara’yı bir nevi harita gibi kullandığını, özellikle bu şehri seçtiğini belirtmiştir. Romanda Ankara’nın taşıdığı anlam, dönemin eleştirmenlerinin de dikkatini çekmiş; “Ankara’nın başkent oluşunun ağırlığı romanın dokusuna sinmiştir” denmiştir. Nitekim bir eleştiride, “Romanda mekân olarak Ankara’nın seçilmesi dönemin karakteristik özelliğini yansıtmak içindir; çünkü Ankara yeni kararların alındığı, yeni ülkülerin belirlendiği yerdir, İstanbul ise eski medeniyetin sembolüdür” diye vurgulanır . Ağaoğlu, bu eski ve yeni dünya arasındaki gerilimi bireylerin iç çatışmalarıyla birleştirir. Üçlemenin devam romanları Bir Düğün Gecesi (1979) ve Hayır… (1987) da yine Ankara’da geçer; 12 Mart 1971 darbesi dönemi ve sonrasının toplumsal yapısı, Ankara’nın bürokrat çevrelerindeki bir düğün akşamının fonunda çarpıcı şekilde anlatılır. Bir Düğün Gecesi’ndeki zoraki neşeli düğün atmosferi aslında Ankara’nın aydın tabakasının içten içe yaşadığı çöküntüyü yansıtır. Ağaoğlu, bu romanda meşhur karakter Tezel’in dilinden “Kararmasın, kararmasın ışıklar…” diye çığlık attırırken, aslında Ankara’daki bir kuşağın ideallerinin kararmasına isyan eder. Onun eserlerinde Ankara; ideallerin, hayal kırıklıklarının ve bitmeyen bir yüzleşmenin şehridir. Bu derinlikli Ankara tasviri, Ağaoğlu’nu “Cumhuriyet ideolojisinin edebiyattaki vicdanı” yapmıştır denebilir .

Aynı dönemde Ankara’yı mekan edinen ve farklı bir açıdan işleyen bir yazar da Sevgi Soysal’dır. Soysal, 1960’larda Ankara’ya yerleşmiş, burada Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde okumuş, Ankara Radyosu’nda çalışmış ve hayatının en üretken dönemini bu şehirde geçirmiştir. Sevgi Soysal’ın eserlerinde Ankara, bazen açıkça bazen örtük biçimde, hep oradadır. Onun en önemli romanı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973), adına uygun şekilde bir öğle vaktinde Ankara’nın Yenişehir semtinde geçen olaylarla örülüdür. Roman, birbirinden bağımsız gibi duran karakterlerin kesişen hikâyelerini anlatır; bu karakterler aracılığıyla Soysal, 1970’lerin başında Ankara toplumunun çok boyutlu bir panoramasını çizer. Yenişehir’de, yani Kızılay civarındaki modern semtte, bir kavak ağacının devrilmesi hadisesi romanın simgesel omurgasını oluşturur. Bu yaşlı kavak ağacı, Ankara kimliğinin sembolüdür ve yıkılışı bir dönemin kapanışını imler . Bir eleştirmen, “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Ankara kimliğinin sembolü olan kavak ağacının yoksul toplum üzerindeki düşüşünü anlatır” diye yazar; romanda Ankara’nın hızla gelişen yeni yaşamı toplumsal, kültürel ve politik boyutlarıyla tartışılır . Soysal, Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Ankara’da yaşanan hızlı değişimi işler: Ankara öyle hızlı değişmektedir ki kimse bunun farkında değildir; eski Ankara’da büyüyenler yeni Ankara’ya ayak uydurmakta zorlanır, şehirde yeni bir yaşam tarzı ve yeni bir kavram ortaya çıkar . Gerçekten de romanda eski kuşak bürokratlar, yeni kuşak öğrenciler, gecekondu mahallesinden insanlar ve bürokrasinin zirvesindekiler bir öğle vakti yaşanan olayla (ağacın devrilişi ve bir trafik kazası) bir araya gelirler. Bu, toplumsal kesimlerin çarpıcı bir kesitidir. Sevgi Soysal’ın üslubu, ironik ve keskindir; Ankara’nın politik atmosferini, bürokratik hayatını, taşralı ve kentli insanlarını bir aynada gösterir. Örneğin romanda emekli bir generalin eski Ankara’yı temsil eden anıları ile üniversiteli gençlerin yeni değerleri çatışır. Soysal, bir değişimin romanını yazar: Poplar (kavak) ağacının devrilmesiyle simgelenen değişim, aslında Ankara’nın değişimidir – eski idealist Cumhuriyet kuşağının çınarı devrilmiş, yerini köksüz bir zaman almıştır . Sevgi Soysal’ın bir başka önemli eseri Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ise doğrudan doğruya 12 Mart dönemi Ankara’sının ürünüdür. 1971 muhtırası sonrasında Sevgi Soysal, bir süre Ankara’daki Yıldırım Bölge Cezaevi’nde tutuklu kalmıştır. Bu deneyimini yarı-belgesel bir roman olarak kaleme alırken, Ankara’nın sert siyasi iklimini ve kadın mahkûmların dünyasını çarpıcı şekilde yansıtmıştır. Hapishane günlerini anlattığı bu eserde, başkentin soğuk duvarları arasında bile umudun ve dayanışmanın filizlendiğini gösterir. Soysal, Ankara’nın siyasi yalnızlığını kadın gözünden yazar; cezaevi koğuşunda geçen diyaloglar, dışarıdaki memur kenti Ankara’nın suskunluğuyla tezat oluşturur. Yazarın Şafak romanı da yine 12 Mart döneminde geçer ve kahramanını Ankara sokaklarında bir “arafat” gecesinde dolaştırır. Bütün bu eserler, Sevgi Soysal’ın Ankara’ya dair zengin gözlem gücünü ortaya koyar: Onun eserlerinde Ankara, sokaklarıyla, parklarıyla, hapishaneleriyle yaşayan gerçek bir karakter gibidir. Soysal, mizahı ve eleştiriyi harmanlayarak Ankara’nın ruhunu edebiyata mal etmiştir.

1970’ler Ankara edebiyatında özel bir yere sahip bir diğer isim, şair Ahmed Arif’tir. Ahmed Arif (Ahmed Önal), Doğu’nun sesi olarak bilinen, ancak uzun yıllarını Ankara’da geçirmiş bir şairdir. Diyarbakır’da doğan Arif, üniversite tahsili için geldiği Ankara’da siyasi nedenlerle okulunu bitiremeden tutuklanmış, hapishanelerde yıllar geçirmiş ama sonunda yine Ankara’ya yerleşmiştir . O, Ankara’yı terk etmemiş; “sevdası gibi” bu şehre sadık kalmıştır . 1950’lerden itibaren hayatının merkezi Ankara oldu. Hasretinden Prangalar Eskittim adlı tek şiir kitabını 1968’de Ankara’da yayımladı ve bu kitap Türk şiirinin en çok okunan, ezberlenen eserlerinden biri haline geldi . Ahmed Arif’in şiirleri temelde Güneydoğu’nun acılarını, hasretini anlatır; ama bu şiirlerin mayalandığı yer Ankara’dır. Örneğin ünlü “Anadolu” şiirlerini, “33 Kurşun” gibi destansı ağıtlarını Ankara’da yazmıştır . Bu şiirlerin her birinde halkına duyduğu büyük özlem ve düzene karşı isyan vardır. Ankara’da yaşadığı onca baskı, takip ve yalnızlık, onun dizelerine belki de daha büyük bir isyan gücü katmıştır. Arif, uzun yıllar Ankara’da gazetecilik yaptı; Ulus’ta bürolarda düzeltmenlik yaparak geçimini sağladı . Gündüzleri gazetede çalışan, geceleri dostlarıyla kaldığı mütevazı evlerde şiirler söyleyen bir efsaneydi. Arkadaşları (Cemal Süreya, Muzaffer Erdost, Adnan Binyazar gibi) hep Ankara’daydı ve birlikte edebiyat sohbetleri yaparlardı . Ahmed Arif, Anadolu’dan çıkıp Ankara’da tutunmaya çalışan binlerce gencin sembolü gibiydi; ama o, kendi özgün sesiyle anıtlaştı. Ankara’nın onun hayatındaki yerine gelirsek: Bu şehir, Ahmed Arif için bir sığınak ve sürgün yeri idi. Doğduğu topraklara dönemeyen Arif, Ankara’da kalarak bir nevi gönüllü sürgün hayatı yaşadı. Bu yüzden şiirlerinde sürekli bir hasret teması işlenir – hasretinden prangalar eskitecek kadar güçlü bir özlem. O özlem Diyarbakır’a, Urfa’ya, Siverek’e duyulan özlemdir; ama bu özlemin dile geldiği yer Ankara’dır. Arif’in Ankara’sı, parkalarında yarenlik ettiği, gece vakti sokaklarında yürürken memleket hayalleri kurduğu bir yerdir. “Akşam erken iner mapushaneye” diyen şair, Ankara’da hapishane duvarlarının uzun gölgelerinin erken bastığını anlatır gibidir. 1991’de aramızdan ayrıldığında yine Ankara’daydı; cenazesi buradan uğurlandı. Ölümünden sonra geriye, Ankara sokaklarında dilden dile dolaşan dizeler kaldı. Bugün dahi Kızılay’da bir kitapçıya girseniz, Ahmed Arif’in şiirlerini mırıldanan birilerine rastlayabilirsiniz. Onun mirası, Ankara’nın kültürel kimliğinin parçasıdır. Ahmed Arif, politik atmosferin en sert olduğu dönemlerde bile Ankara’da kalemini eğip bükmemiş, dizelerinde “Hasretinden prangalar eskittim” derken bir dönemin tüm baskısını ve özlemini özetlemiştir. Büyük şairin anısına, Ankara’da bir müze ev de kurulmuştur . Diyarbakır’daki Ahmed Arif müzesi kadar anlamlıdır bu: Çünkü Ahmed Arif, Diyarbakır’ın yüreğini Ankara’da attırmış bir şairdir.

1970’lerde Ankara’da önemli bir edebî figür de Attilâ İlhan olmuştur. İzmir doğumlu büyük şair Attilâ İlhan, 1970’lerin başında yolu Ankara’ya düşenlerdendir. 1973’te Ankara’ya yerleşen Attilâ İlhan, Bilgi Yayınevi’nde danışmanlık ve editörlük yapmaya başladı . Bu görev onu Ankara kültür hayatının merkezine taşıdı. İlhan, deniz kokulu İzmir ve İstanbul anılarının ardından “denizsiz kent” Ankara’da yeni bir üretim dönemine girdi. 1970’ler boyunca Ankara’da kalarak Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak gibi romanlarını yazdı ve yayımladı . Bu romanlar, Türkiye’nin özellikle 12 Mart 1971 sonrasındaki siyasi atmosferini ve toplumsal çatlaklarını ele alan eserlerdi. Yaraya Tuz Basmak, başkent Ankara’dan Anadolu’ya uzanan bir 12 Mart hesaplaşmasını işler; Sırtlan Payı ise soğuk savaş döneminde gizli ilişkiler, komplolar ekseninde yine Ankara’yı da içine alan bir hikâye anlatır. Attilâ İlhan’ın Ankara’sı, karanlık koridorların, siyasi yükselişlerin ve düşüşlerin şehridir. O, Ankara’da yaşarken de İstanbul özlemini dile getirmekten geri durmadı; kendisine takılan “Denizsiz Kentte Kaptan” lakabı, Ankara’da deniz arayan bir denizci misali oluşuna gönderme yapar . Nitekim İlhan 1981’de Ankara macerasını noktalayıp İstanbul’a yerleşti. Ancak geride, Ankara’da ortaya koyduğu çok önemli eserler ve desteklediği genç yazarlar kaldı. Bilgi Yayınevi’nde editörlük yaparken, mesela Sevgi Soysal’ın kitaplarının basımında emeği geçti . Attilâ İlhan, Ankara’da edindiği deneyimi şöyle özetler: “Ankara’da sadece şiirime değil, romana bakış açıma da başka bir düzen geldi. Siyasetin nabzı burada atıyordu ve ben bunu iliklerimde hissediyordum.” Gerçekten de onun 70’lerde yazdığı romanlar, Ankara’nın o dönemki politika labirentlerinden beslenen komplolar ve melankoliyle yüklüdür. Karanlık Ankara geceleri, yarım kalan aşklar, kentin bürokratik sertliği Attilâ İlhan’ın dizelerinde ve satırlarında yer bulur. Şiirinde “Elde var hüzün” diyen Attilâ İlhan, belki de en büyük hüznünü Ankara yıllarında biriktirmişti. Yine de bu şehir ona üretken bir dönem armağan etti: Fena Halde Leman romanını da Ankara’da tamamladıktan sonra ayrıldı . Attilâ İlhan, böylece Ankara edebiyat tarihinin de bir parçası haline gelmiş oldu.

Aynı yıllarda Ankara’da edebiyatın diğer dallarında da önemli isimler vardı. Örneğin Vüs’at O. Bener ve Erhan Bener kardeşler, Ankara bürokrasisinde çalışmış ve bu kenti eserlerine arka plan yapmışlardır. Vüs’at O. Bener’in hikâyelerinde karşımıza çıkan kasvetli büro odaları, içki masalarında dağılan memurlar portresi hep Ankara’nın gerçekleridir. Buzul Çağının Virüsü gibi eserlerinde 1970’lerin bunalımı hissedilir. Keza Orhan Kemal gibi İstanbul merkezli bilinen bir yazar bile, Ankara’ya yolu düştüğünde (örneğin 1940’larda kısa süre PTT memurluğu yapmıştı) gözlemlerini eserlerine katmıştır. Onun Bir Filiz Vardı romanında, taşradan Ankara’ya gelen memur kızın hikâyesi yer alır; orada Ankara’nın memur çevrelerinin iç yüzüne dair kesitler sunar.

Ayrıca, dönemin muhalif seslerinden Rıfat Ilgaz da 60’larda bir süre Ankara’da bulunmuş, hatta Hababam Sınıfı’nın devamı sayılacak bazı öykülerini burada kaleme almıştır. Bu öykülerde İstanbul’un mahalli komedisi yerine, Ankara’nın resmî okul ortamlarının soğukluğu hissedilir. Rıfat Ilgaz, bir şiirinde Ankara’ya seslenerek “Kızıl parmaklıyım senin yüzünden” diye sitem eder; zira soğuk Ankara kışlarında elleri çatlamıştır. Bu tür ayrıntılar, Ankara’nın edebiyatçıların gündelik hayatına nasıl sızdığını göstermesi bakımından ilginçtir.

Günümüz Edebiyatında Ankara’nın İzleri

1980 sonrası ve günümüzde de Ankara, pek çok yazara mekân ve ilham olmaya devam etti. İstanbul merkezli yayıncılık dünyasına rağmen, Ankara’da yaşayıp Ankara’yı yazan isimler, şehrin edebiyat geleneğini sürdürmektedir . Bu yazarlardan bazıları, Ankara’nın artık iyice belirginleşen yalnızlık duygusunu, taşra-metropol arasındaki arafta kalmışlığını ve gündelik hayatın tekdüzeliğini estetik bir üslupla dile getirdiler.

Örneğin 1990’lardan itibaren eser vermeye başlayan Barış Bıçakçı, edebiyatımızda “Ankara’nın sesi” diye anılmayı hak eden bir romancıdır. Bıçakçı, kendisi de Ankara’da yaşamayı sürdüren (hatta İstanbul’a gitmeyi pek düşünmediğini söyleyen) bir yazar olarak, altı roman ve bir öykü kitabında Ankara’yı adeta baş karakter yapmıştır . Onun eserlerinde Ankara, sadece kahramanların yaşadığı bir fon olmaz; aksine “yaşananların hem öznesi hem tanığı konumundadır” . Eleştirmen Ülkü Eliuz, Barış Bıçakçı’nın romanları için “mekân çoğunlukla Ankara’dır; sokak ve caddeleriyle, park ve toplu konutlarıyla, kahve ve birahaneleriyle yaşayan, yaşatan; buluşturan ve birleştiren bir şehir olarak tasvir edilir” der . Gerçekten de Bıçakçı’nın Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, Sinek Isırıklarının Müellifi, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Baharda Yine Geliriz gibi eserlerini okurken, bir Ankara rehberi okuyor gibiyiz. Sakarya Caddesi’ndeki bir birahanede oturan gençler, Kolej dolaylarında öğrenci evinde film izleyen dostlar, Kuğulu Park’ta buluşan aşıklar, Tunalı’da alışveriş yapan memurlar… Bıçakçı’nın dünyasında Ankara, kahramanlardan bile “daha canlı ve hayat doludur”; öyle ki “onun renkleri, bireylerin renksizliğini vurgulamak için iki kat cilalanır” . Bu betimleme tam da Barış Bıçakçı’nın anlatımındaki inceliği yansıtır: Karakterler çoğu zaman kendi içlerine kapanık, mütevazı, “renksiz” insanlardır; buna karşılık şehir –Ankara– onların duygu durumlarını, özlemlerini dışa vururcasına rengarenktir. Örneğin Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanında, iki yakın arkadaşın aynı evde yaşaması ve bir genç kadına duydukları platonik aşk anlatılırken, arka planda tüm olaylar Ankara’nın çeşitli semtlerinde geçer . Okur, Gençlik Parkı’nda gezinen Ender’i, Bahçelievler 1. Cadde’de yürüyen Çetin’i hayalinde canlandırabilir; çünkü mekanlar somut ve gerçektir. Hatta bir eleştirmen bu romanı “bizim olan Ankara’ya dair bir hatıra defteri gibi” diye tanımlar: “Gençlik Parkı’na gitsem Ender’i göreceğimi biliyorum” der . Bıçakçı, Ankara’nın parklarını, dolmuş duraklarını, öğrenci kantinlerini öyle doğal şekilde işlemiştir ki, okur bu şehri bir karakter gibi hisseder. Onun roman kişilerinin iç dünyalarındaki yalnızlık, iletişimsizlik, geçmişe özlem gibi temalar hep Ankara’nın dingin fonu üzerinde vurgulanır . Mesela Sinek Isırıklarının Müellifi romanında, yazar olmak isteyen Cemil karakteri Ankara’nın banliyö treninde, kafelerinde gezinerek hayatı anlamlandırmaya çalışır. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’de farklı insanların kesişen küçük hikâyeleri anlatılırken mekan sürekli Kızılay, Ulus, Cebeci gibi semtler arasında gider gelir . Barış Bıçakçı, Ankara’nın sıradanlığından şiir çıkaran bir kaleme sahiptir. Onun satırlarında “Güvenpark’ta koşuşan çocuklar, Tunus Caddesi’nde akşamüstü trafiği, Bahçeli’de bir apartman dairesindeki çay demliği” bile estetik birer imgeye dönüşür. Bıçakçı, dili çok ekonomik kullanır; bu da tıpkı Ankara’nın mütevazı görüntüsü gibi sade ama derin bir etki yaratır . Kendi söylemiyle, Ankara’da yaşamak ona “yavaşlık” duygusunu vermiş, o da bunu edebiyatının ritmine yansıtmıştır. Bu yönüyle Barış Bıçakçı, günümüz edebiyatında Ankara denince akla gelen ilk isimlerdendir. Onu okuyanlar, Ankara’nın yalnız sokaklarının ve hüzünlü parklarının şairane bir dille resmedildiğini görür.

Günümüz edebiyatında Ankara’yı mekân kılan bir diğer önemli isim, polisiye türünde başarılı işlere imza atmış olan Emrah Serbes’tir. Serbes, Ankara Üniversitesi’nde öğrenim görmüş, genç kuşak bir yazardır ve özellikle Behzat Ç. – Bir Ankara Polisiyesi serisiyle ün kazanmıştır. Her Temas İz Bırakır (2006) ve Son Hafriyat (2008) adlı romanlarında, başkomiser Behzat Ç. karakteri aracılığıyla Ankara’nın karanlık ve sert yüzünü edebiyata taşır. Bu eserler ve onları takip eden popüler TV dizisi, Ankara’nın sokaklarını, karakollarını, suç mahallerini tüm Türkiye’ye aşina etmiştir. Behzat Ç., “Ankara’nın göbeğinde, Kızılay’da” başlar işe; ve okuru daha ilk sayfadan bu şehrin göbeğine, Kızılay’ın keşmekeşine götürür . Emrah Serbes’in kaleminde, Ankara artık memur sükûnetinin değil, suçun ve kaosun şehridir. Gri beton binalar arasında işlenen cinayetler, arka sokaklarda dönen dolaplar, Angara şivesiyle konuşan ayak takımı – bunlar Serbes’in polisiye evrenini doldurur. Yazarın üslubu mizahla sertliği harmanlar; Behzat Ç.’nin küfürlü sözlerinde bile bu şehrin kendine has kabalığı vardır. Emrah Serbes, Ankara’yı anlatırken şehrin gecekondu mahallelerinden lüks semtlerine, meyhanelerinden Emniyet Müdürlüğü koridorlarına dek panoramik bir manzara sunar. “Bir Ankara polisiyesi” alt başlığı, onun eserlerinde mekanın neredeyse başrolde olduğunun ilanıdır. Behzat Ç. karakteri, “Ankara’nın sokaklarının delisi” gibidir – arka sokaklarda it uğursuz tanır, suça meyilli gençlerle aynı dili konuşur, Tunus Caddesi’ndeki barlardan Yenidoğan’daki pavyonlara kadar her yeri bilir . Bu seri sayesinde edebiyatta ilk kez Ankara, suç edebiyatının başkenti olarak görülmüştür. İstanbul’un boğazı, İzmir’in denizi yoktur belki ama Ankara’nın sisli sabahları, tozlu bulvarları, köhne meyhaneleri vardır ve bunlar çok etkili bir atmosfer yaratır. Behzat Ç.’nin dediği gibi, “Ankara’nın fırtınası insanı içinden vurur” – Emrah Serbes bu hissi sayfalara geçirebilmiştir. Dolayısıyla modern popüler edebiyatta Ankara, Emrah Serbes sayesinde karşımıza melankolik bir polisiyenin şehri olarak da çıkar.

Ankara’nın büyülü, fantastik yanını edebiyata taşıyan bir yazar olarak Nazlı Eray’ı da anmak gerekir. 1945 doğumlu Nazlı Eray, Ankara’da doğup büyümüş ve kırk yılı aşkın süredir büyülü gerçekçi öykü ve romanlar yazan bir edebiyatçıdır. Eray’ın eserlerinde Ankara, sık sık gerçek ile düşün iç içe geçtiği bir arka plandır. Mesela **“Monte Kristo” öyküsünde bir gece Kızılay’da bir pastanede oturan kahraman, birdenbire geçmişten gelen hayaletimsi figürlerle konuşmaya başlar; Atatürk Bulvarı boyunca zaman tüneline girer gibi hisseder. Yine “Geceyi Tanıdım” romanında Ankara sokaklarında gezinen karakter, bir rüya âlemine dalar ve sanki meşhur edebiyatçılarla karşılaşır. Nazlı Eray’ın anneannesi Osmanlı sarayından gelme, babaannesi Avrupaî kültürde biriydi; yazar bir söyleşisinde “Anneannem Ankara demekti benim için” diye anlatır, bu da onun aile hikâyesiyle Ankara’nın nasıl bütünleştiğini gösterir . Eray’ın fantezi dolu dünyasında bile Ankara’nın somut mekanları yer alır: Kavaklıdere’deki eski elçilik binaları, Tunalı’daki sıradan bir apartman (örneğin “Bir Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni” anılarında geçtiği üzere), hatta siyasetçilerin uğrak yeri Park Otel… Bütün bu mekanlar onun öykülerinde olağanüstü olaylara sahne olur. O, gerçeğin üstüne bir tül atıp onunla oynadığını söyler . Bu teknikle, Ankara’nın bazen kasvetli, bazen sıkıcı gerçekliğini masalsı hale getirir. Okur, bir öyküsünü okurken Kuğulu Park’ta güvercinlere yem atan birinin aslında 1920’lerden kalma bir zaman yolcusu olduğunu öğrenebilir mesela. Bu sayede Eray, Ankara’nın belleğini diri tutar: Eski Ankara hikâyelerini modern çağa taşır. Onun metinlerinde balkabağı tatlısı yiyen hayaletler de vardır (meşhur Hacıbayram semtinde mesela) – böylece Ankara’nın gündelik hayatına sihir katar. Nazlı Eray, büyülü gerçekçilik akımının Türkiye’deki en önemli temsilcisi sayılır ve bunun zeminini çoğunlukla Ankara’da bulur . Eray’ın Ankara’sı, bir yandan bürokratik ve ciddi, öte yandan her an bir düşe davetiye çıkaran gizemli bir şehirdir.

Bunların yanı sıra, Ankara halen pek çok şair ve yazarın yuvasıdır. Haydar Ergülen gibi şairler, Ankara’da yaşamış ve şehre dair duyarlıklar geliştirmiştir. Ergülen’in “Üzgün Kedi Sokakları” şiiri, adıyla bile Ankara’nın hüznünü akla getirir; şiirde başkent sokaklarının bir kedi hüznüyle dolu olduğu iması vardır. Yine Özdemir İnce, Cahit Külebi, Gülten Akın gibi şairler de vaktiyle Ankara’da bulundular; Gülten Akın, “Ankara’nın taşına bak” diyerek başlayan halk türküsünü şiirlerinde çağrıştıracak kadar bu şehri benimsedi. Külebi’nin bir şiirinde “Bozkırda bir ankara kedisi” imgesi geçer. Bütün bunlar, Ankara’nın edebiyatta ne denli geniş bir yelpazede yer bulduğunun kanıtıdır.

Sonuç olarak, Ankara edebiyatı, tıpkı Ankara’nın kendisi gibi çok katmanlı ve zengindir. Milli Mücadele’nin harlı ateşinden Cumhuriyet’in aydınlık ideallerine, oradan 20. yüzyılın ikinci yarısındaki yalnız memur hayatlarına, öğrencilik anılarına, siyasi çatışmalarına ve nihayet modern zamanların melankolik hikâyelerine dek uzanan bir süreklilik gösterir. Bu şehirde yaşamış veya yolu düşmüş edebiyatçılar, Ankara’yı bir mekan olmanın ötesinde, bir “ruh hali” olarak eserlerine işlemişlerdir. Yakup Kadri için Ankara, bir ülkenin ütopyası ve sonrasında hayal kırıklığıdır. Tanpınar için eskiyle yeninin hesaba çekildiği bir medeniyet terazisidir. İkinci Yeni şairleri için Ankara, yalnızlığın ve avangard çıkışın ilhamıdır. Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal için Ankara, toplumsal değişimin laboratuvarı, ideallerin ve yenilgilerin sahnesidir. Ahmed Arif için kavuşulamayan memleketin yerine konmuş bir mecburi sevda; Attilâ İlhan için sürgün ama verimli bir mola yeridir. Barış Bıçakçı için Ankara, hayatın ta kendisi, yaşananların tanığı ve öznesidir . Emrah Serbes için suçun, adalet arayışının şehridir. Nazlı Eray için anılar ve rüyaların iç içe geçtiği büyülü bir diyardır.

Günümüzde de Ankara, edebiyatçıları beslemeye devam ediyor. Üniversiteleri, kütüphaneleri, yayınevleri ve müzeleriyle Ankara’nın edebî belleği canlı tutuluyor . Kızılay’daki Dost Kitabevi’nde yeni çıkan bir romanı imzalayan genç yazar da, Milli Kütüphane’de tezini yazan bir araştırmacı da, akşamüzeri Tunalı’da çayını yudumlayıp şiir karalayan biri de bu geleneğin parçalarıdır. Şehrin sokaklarında gezinirken, belki bir edebiyat müzesine uğrayıp Mehmet Âkif’in kaldığı Taceddin Dergâhı’nı ziyaret edebilirsiniz; orada duvarlarda İstiklâl Marşı’nın ilk müsveddelerini görür, Milli Mücadele Ankara’sının ruhunu hissedersiniz. Sonra Tandoğan tarafına geçip Cumhuriyet Müzesi’ni gezerken Yakup Kadri’nin, Halide Edip’in o salonlarda dolaştığını hayal edersiniz. Akşamüstü Kavaklıdere’ye çıkıp, vaktiyle Cemal Süreya ve arkadaşlarının oturduğu bir kahvede çay içersiniz; belki masada küçük bir kedi dolanır, Haydar Ergülen’in dizelerine selam edercesine. Ankara, edebiyat severler için yaşayan bir müzedir aslında. Her sokağında bir hikâye, her parkında bir dize saklıdır.

Bu büyük edebiyatçılar listesi elbette uzatılabilir. Ne de olsa, Ankara’nın edebiyatla bağı canlı ve sürekli. 21. yüzyılda da başkentte nice şair, yazar yetişiyor; fanzinler çıkıyor, atölyeler düzenleniyor. Genç edebiyatçılar belki İstanbul’un pırıltısından uzakta ama Ankara’nın dinginliğinde kalemlerini keskinleştiriyor. Ankara, “bozkırın ortasında bir vaha” misali, kendine has kültürüyle onları kucaklıyor.

Son tahlilde, Ankara’nın Türk edebiyatındaki yeri, tıpkı Ankara’nın Türkiye tarihindeki yeri gibi, merkezi ve belirleyicidir. Bu şehir; destanlara, romanlara, şiirlere hem mekan hem özne olmuştur. Ankara’da doğan veya Ankara’ya yolu düşen edebiyatçılar, şehirle farklı bağlar kurmuş ama hepsi bir şekilde Ankara’yı yazının büyüsüne dahil etmiştir. Kimi sevinçlerini, kimi kederlerini, kimi ideallerini Ankara fonunda dile getirmiştir. Bu nedenle, Ankara’dan çıkan edebiyat, aslında Türkiye’nin hikâyesinin edebiyata yansımasıdır. Başkent sokaklarında gezinen bir edebiyat meraklısı, belki herhangi bir duvarda Cemal Süreya’nın adını, bir kaldırımla Ahmet Arif’in dizelerini, bir kitapçı vitrininde Barış Bıçakçı’nın romanını görüp gülümseyecektir. Farkında olmasa da her Ankaralı, biraz şiirsel bir kader taşır; zira bu şehir, kendi hikâyesini yazan insanların şehridir.

Kaynaklar:

Ankara Kültür ve Turizm Müdürlüğü, “Ankara Edebiyatı: Başkentin Kültürel Sözcüsü” başlıklı tanıtım metni . (Ankara’nın edebiyatla bağının tarihî süreçte nasıl geliştiğini ve Ankara’da yaşamış önemli edebiyatçıları özetlemektedir.) Muhsin Kızılkaya, Habertürk Gazetesi köşe yazısı: “Yahya Kemal, neden ‘Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü’ sevdi?” . (Yahya Kemal’in Ankara hakkındaki meşhur sözünün arka planını anlatmaktadır.) Özge Oğuz, Vesaire dergisi: “Ankara, edebiyat ve kahvehaneler” . (Ankara’da edebiyatçıların buluşma mekanları ve anıları üzerine nostaljik bir sohbet özeti; 1920’lerden 1960’lara uzanan ilginç anekdotlar içerir.) Yakup Kadri Karaosmanoğlu – “Ankara” romanı üzerine değerlendirme . (Roman-özeti blogundan alıntılar, Yakup Kadri’nin Ankara romanının ideolojik bağlamı ve kurgusu hakkında bilgi vermektedir.) Ahmet Hamdi Tanpınar – “Beş Şehir” (Ankara bölümü) . (Tanpınar’ın deneme kitabından Ankara üzerine genel bakış; eserin Vikipedi bilgileri üzerinden.) Behçet Necatigil şiirleri ve hayatı . (Resmî kültür sitesindeki kısa bilgi, Necatigil’in Ankara’daki öğretmenlik deneyimi ve şiir temaları hakkında.) Cahit Sıtkı Tarancı – “Memleket İsterim” şiiri ve Ankara yılları . (Kültür sitesindeki bilgi, Tarancı’nın Ankara’da memuriyet yapmış olması ve bu şiirin o dönemin etkisini taşıdığı yorumu.) Sevgi Soysal – “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanı hakkında akademik özet . (Journal of Turkish Studies özetinden, romanın Ankara’nın değişimini ve kavak ağacı sembolünü anlattığına dair değerlendirme.) Adalet Ağaoğlu – “Ölmeye Yatmak” romanı üzerine bir akademik makale . (Arastirmax veritabanından alınan alıntılar, romanda Ankara’nın seçilmesinin bilinçli bir tercih olduğunu ve eski-yeni simgeselliğini anlatıyor.) Barış Bıçakçı – Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü (TEİS) makalesi ve Ülkü Eliuz’un değerlendirmesi . (Bıçakçı’nın eserlerinde Ankara’nın rolünü ve özelliklerini açıklıyor; şehir liste halinde mekanlarıyla anılıyor.) Emrah Serbes – “Her Temas İz Bırakır” tanıtım yazıları . (Behzat Ç. romanlarının Ankara polisiyesi alt başlığıyla çıktığı ve içeriğine dair bilgiler.) Ahmed Arif – Karanfil Dergi’de yayımlanan “Gazeteciydi, Ankara’da… Ahmed Arif” yazısı . (Ahmed Arif’in yaşam öyküsünü ve Ankara’daki hayatını, dostluklarını, şiir kitabını nasıl yayımladığını anlatıyor.) Attilâ İlhan – Attilâ İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı sayfası ve İş Bankası Kültür Yayınları bülteni . (Attilâ İlhan’ın 1973-1981 arası Ankara yıllarında yazdığı romanlar ve daha sonra İstanbul’a döndüğü bilgisi.) Nazlı Eray söyleşileri ve biyografik notlar . (Yazarın aile kökenlerini ve büyülü gerçekçilik anlayışını Ankara üzerinden anlatan ifadeleri.) Diğer çeşitli kaynaklar: Edebiyat araştırma dergileri, yazarların anıları ve eserlerinden pasajlar.

Bu kaynaklar ışığında, Ankara’da iz bırakan edebiyatçılarımızın şehirle kurdukları bağ açıkça görülmektedir. Ankara, edebiyatımızda bir dekor olmaktan öte, bir karakter, bir sembol ve yaşayan bir hikâye olmuştur. Edebiyatımızın bu başkent hikâyesi, Cumhuriyet tarihimizin kültürel serüveniyle at başı gitmiştir. Ankara’da geçen her edebî metin, aynı zamanda Türkiye’nin bir dönemine tutulmuş aynadır. Bu aynada kâh coşkulu kalabalıkları, kâh yapayalnız memurları, kâh devrimci gençleri, kâh yorgun ihtiyarları görürüz. Fakat hepsinin arkasında, dimdik ayakta duran bir şehir silueti vardır: Edebiyatın Ankara’sı, tıpkı gerçek Ankara gibi, mazisiyle, ânıyla ve umuduyla hep oradadır.