Sahte Faturayı Bilmeden Kullanmak: Vergi Hukukunda İnce Bir Çizgi

Türkiye’de ekonomik hayatın nabzını tutan iş dünyasında son günlerde en çok konuşulan meselelerden biri, hiç şüphesiz sahte fatura tartışmalarıdır. Özellikle de bir işletmenin iradesi dışında, yani herhangi bir kastı bulunmaksızın sahte faturayı bilmeden kullanmak zorunda kalması halinde karşı karşıya kalacağı hukuki ve mali sonuçlar, mükelleflerin zihnini meşgul eden yakıcı bir sorun halini almıştır. Zira kamuoyuna yansıyan haberlerde, böylesi durumlarda dahi üç kat vergi ziyaı cezasının uygulanabileceği ifade edilmekte; bu da ticaretin olağan akışı içinde güven duyulan her belgenin adeta bir mayın gibi patlayabileceğini hatırlatmaktadır.

Aslında mesele, yalnızca bir belgenin sahte mi yoksa gerçek mi olduğuna dair teknik bir tartışma değil; daha derinde, devletin vergi güvenliği ile vatandaşın adalet beklentisi arasındaki kırılgan dengeyi ilgilendirmektedir. Bir tarafta kamu gelirlerini koruma yükümlülüğü bulunan devlet; diğer tarafta ise ticari hayatın karmaşasında her adımında dürüst davranmaya çalışan mükellef bulunmaktadır. İşte bu noktada “sahte fatura kullanmak” fiili ile “sahte faturayı bilmeden kullanmak” arasında nasıl bir ayrım yapılacağı sorusu, yalnızca hukukçuların değil, her esnafın, her tacirin yüreğinde yankılanmaktadır.

Vergi Usul Kanunu, vergi ziyaı cezasını vergi kaybının gerçekleşmesine doğrudan bağlamıştır. Yani devletin kayba uğraması söz konusu olduğunda, bu zararın hangi niyetle meydana geldiğine bakılmaksızın cezanın da doğacağı kabul edilmektedir. Dolayısıyla mükellef, ister bilerek sahte fatura kullanmak suretiyle, isterse yalnızca gerekli özeni göstermemek yüzünden sahte faturayı bilmeden kullanmak yoluyla bu kayba sebep olsun, sonuç değişmemekte; vergi ziyaı cezası kapıda beklemektedir.

2023 yılında Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu’nun verdiği karar, bu tartışmaya ışık tutan önemli bir mihenk taşıdır. Söz konusu kararda, vergi ziyaının oluştuğu her durumda cezanın da doğacağı, kusurun varlığının aranmadığı belirtilmiştir. Bu yaklaşım, sahte fatura tartışmasının yalnızca muhasebe tekniğine indirgenemeyeceğini; devletin bakışında esas olanın vergi kaybı olduğunu göstermektedir.

Ancak karar, önemli bir noktada suskundur: Manevi unsurun yokluğu. Yani ne kasıt ne de taksir bulunmadığı, başka bir ifadeyle mükellefin hiçbir kusurunun olmadığı hallerde ne yapılacağına dair bir açıklama yapılmamıştır. Oysa Kabahatler Kanunu açıkça, kusurun en azından taksir seviyesinde bulunmaması halinde idari yaptırım uygulanamayacağını belirtmektedir.

Bugünlerde gündeme gelen ve sahte faturayı bilmeden kullanmak fiilinde dahi üç kat ceza öngören yaklaşım, işte bu sessizlikten beslenmektedir. Danıştay’ın ortaya koyduğu “vergi kaybı varsa ceza da vardır” anlayışı, böylesi ağır yaptırımları hukuken mümkün kılmaktadır. Fakat mükellefler açısından bakıldığında, ne kastın ne de taksirin bulunmadığı bir durumda, sırf sahte fatura ile muhatap oldukları için böylesine yüksek bir cezaya maruz kalmaları, adalet duygusunu zedelemekte ve vergiye olan güveni sarsmaktadır.

Görünen odur ki, sahte fatura kullanmak ile sahte faturayı bilmeden kullanmak arasındaki ince çizgi, yalnızca hukukçuların soğuk metinlerinde değil, ticari hayatın sıcak nabzında da derin bir kaygıya dönüşmektedir. Vergi hukukunun katı ve şekilci kuralları, kimi zaman mükelleflerin iradesini göz ardı ederek onları ağır yaptırımların gölgesinde bırakabilmektedir. Bu sebeple, hem yasa koyucunun kusur unsurunu daha belirgin hale getirmesi hem de mükelleflerin ticari ilişkilerinde daha dikkatli davranmaları, vergi sisteminin adaletle yoğrulması için kaçınılmazdır.