Yunus Emre’nin İlâhî Varlık – Aşk Bahrisi – Aşk Denizi Olarak isimlendirilen Şiirine Dair Bir Şerh Denemesi

Benem ol ‘ışk bahrîsi denizler hayrân bana

Deryâ benim katremdür zerreler ‘ummân bana

Kâf Tağı zerrem degül ay u güneş bana kul

Aslum Hak’dur şek degül mürşiddür Kur’ân bana

Çün dosta gider yolum mülk-i ezeldür ilûm

Hak’dan söyler bu dilüm ne kul ne sultân bana

Yogıd bu bârigâh vardı ol pâdişâh

Âh bu ‘ışk elinden âh derd oldu dermân bana

Âdem yaradılmadın cân kalba girmedin

Şeytan la’net olmadın ‘Arşid sayvân bana

Diledi göre yüzin işide kendü sözün

Nazar kıldı bir kezin anda cân virdi bana

Yaradıldı Mustafa yüzü nûr gönli safâ

Ol kıldı Hakk’a vefâ andandur ihsân bana

Togdı ol dîn metâ’sı andan oldu kamusu

Âdem Halîl ü Mûsâ hüccet ü bürhân bana

‘Âşık dilin bilmeyen yâ delüdür yâ dehrî

Ben kuş dilin bilürem söyler Süleymân bana

Yûnus Emrem bu yolda eksükligin bildirür

Mest oluban çagırur dervîşlik bühtân bana

 

Günümüz türkçesine çeviri denemesi:

Benim ben aşkın deniziyim, denizler hayran bana.

Okyanus, bir damlam olur; zerreler deniz bana.

Kaf Dağı bir zerrem bile değil, ay da güneş hizmetimde.

Aslım Hakk’tandır, şüphesiz; Kur’an’dır bana rehber de.

Yolum sevgiliye varır, ilim ezelden gelir.

Bu dil Hak’tan konuşur, ne kul ne sultan sözümde belirir.

Henüz yoktu bu dergâh, ama vardı padişah.

Aşkın elinden eyvah! Dert bile oldu bana derman, safah.

Âdem henüz yaratılmamış, ruh bedene girmemişti.

Şeytan daha lanetlenmemişti, Arş gölgeliğim olmuştu şimdiden beri.

O isterse yüzünü gösterir, sözünü işittirir kalbe.

Bir bakışı yeter, can verir bir anlık nazarıyla kalpte.

Yaratıldı Mustafa; yüzü nur, gönlü saf su.

O vefa gösterdi Hakk’a, ihsan ondandır bana da kuşkusuz.

Din hazinesi ondan doğdu, ondan yayıldı her şey.

Âdem, Halil, Musa—hepsi birer delil, birer rehber bana, ey sevgili.

Aşk dilinden anlamayan ya şaşkındır ya kördür,

Ben bilirim kuşların lisanını; Süleyman gibi, bana da söylenir sırdır.

Yunus Emre’yim ben bu yolda, eksikliğimi bildirdim.

Mest olmuş bir hâlde çağırdım: Dervişliğe bühtan edene seslendim.

 

Türk tasavvuf şiiri, yalnızca mısralarla kurulan bir estetik yapıdan ibaret değildir; o aynı zamanda bir hakikat arayışının, varlıkla yüzleşmenin ve aşkın fısıltılarının dilidir. Bu gelenekte, her kelime bir cevherdir; her beyit, iç dünyaya açılan bir pencere. Ve bu pencereden bakıldığında görülen şey, yalnızca şairin iç âlemi değil, bizzat varoluşun sırlarıdır.

Bu yazıda, müellifi muhtemelen Yunus Emre olan, ancak hangi mecmuada yer aldığına dair kesin referans için eserin tamamına bakılması gereken derinlikli bir şiirin şerhini sunuyoruz. Şiir, son beyitinde geçen “Yûnus Emrem bu yolda eksükligin bildirür” ifadesiyle şairin adını vererek klasik halk şiiri geleneğinin bir unsuru olan mahlas beyitini taşıdığı için Yunus Emre’ye atfedilmektedir. 

Şiirin tamamı, vahdet-i vücud öğretisinin yankılandığı, fenâ ve bekâ halleriyle yoğrulmuş, aşkın metafiziğiyle örülmüş bir metindir. Deniz mecazı, Kur’ân vurgusu, Hz. Peygamber’e dair övgü ve ezelî ruh iddiasıyla birlikte şiir, yalnızca edebî bir ürün değil, aynı zamanda bir irfan metni olarak da okunmalıdır.

Bu çalışma, şiiri hem kelime kelime çözümleyerek, hem de tasavvufî ve metafizik arka planıyla yorumlayarak günümüz okuruna bu derinliğin kapısını aralamayı amaçlamaktadır. Her beyitte saklı olan ilhamın ve hakikat çağrısının, metni dikkatle okuyacak olan gönül ehline ulaşmasını temenni ederiz.

Bu şiir, tasavvufî-irfanî gelenekte yazılmış, oldukça katmanlı ve yoğun bir anlam taşıyan bir metin. Şimdi şiiri beyit beyit açıklayarak gidelim.

1. Beyit:

Benem ol ‘ışk bahrîsi denizler hayrân bana

Deryâ benim katremdür zerreler ‘ummân bana

 

Ben o aşk denizinin ta kendisiyim; bütün denizler bana hayran.

Okyanus bile benim bir damlam, zerreler bile bana okyanustur.

‘Işk: Aşk (ilahi aşk, mecaz değil hakikat)

Bahrî: Denizsel, denize ait

Katrem: Damlam

Ummân: Uçsuz bucaksız deniz, okyanus

Bu beyitte şair, vahdet-i vücud (varlığın birliği) anlayışıyla konuşuyor. Aşkla öyle bir bütünleşmiş ki artık kendisi aşkın denizidir. Bu bir benlik iddiası değil, tam aksine “fenâ fi’l-aşk”tır. Varlığını aşk içinde eritmiştir. O kadar büyümüştür ki evrenin kendisi bile onun zerresi gibidir. “Ben öyle bir hâl içindeyim ki, aşk artık beni kuşatan bir şey değil — ben bizzat aşkın kendisiyim. Aşkın denizi olmuşum. Seven değil sadece; aşkın ta kendisi, onun sonsuzluğuyum.” Aşkta yok olmak değil, onunla bir olmaktır. Varlığını aşkın kendisinde eritmek ve artık ayrılık sıfatlarından kurtulmaktır.

 

2. Beyit:

Kâf Tağı zerrem degül ay u güneş bana kul

Aslum Hak’dur şek degül mürşiddür Kur’ân bana

 

Kaf Dağı bile benim bir zerrem değildir, ay ile güneş bana hizmetkârdır.

Aslım Hakk’tır, bu şüphe götürmez; bana kılavuz ise Kur’an’dır.

Kâf Tağı: Mitolojik dağ, âlemlerin sonundaki dağ

Degül: Değil

Aslum: Aslım

Şek: Şüphe

Mürşid: Yol gösterici

Burada şair kendini hakikatin özünden, yani Hakk’tan bilmektedir. Tabiatın ve kâinatın muazzam unsurları bile ona kuldur çünkü o “aslına dönmüş” biridir. Bu, benlik değil, bir mahviyet beyanıdır. Kur’an ise onun öğreticisidir; bu da onun sapmadan yürüdüğünü gösterir.


3. Beyit:

Çün dosta gider yolum mülk-i ezeldür ilûm

Hak’dan söyler bu dilüm ne kul ne sultân bana


Yolum dosta (Hakk’a) gider, yolum ezel mülkündendir.

Bu dil Hak’tan konuşur; bana ne kul sözü geçer ne sultanın.

Çün: Çünkü

Mülk-i ezel: Ezel âlemi, başlangıçsızlık diyarı İlûm: Yol, istikamet

Kul / sultân: Dünyevî otorite

Şair burada dünyevî otoritelere karşı bağımsızlığını ilân eder. Onun yolu ezelden gelen bir yoldur; Allah’a çıkan bir yoldur. Ne kulların itibarı ne sultanların gücü onun diline hükmedebilir.


4. Beyit:

Yogid bu bârigâh vardı ol pâdişâh

Âh bu ‘ışk elinden âh derd oldu dermân bana

 

O padişah (Allah) zaten bu dergâhta hazır bulunmaktaydı.

Ah! Bu aşk elinden, ah! Dert bile bana derman oldu.

Yogid: Yok idi

Bârigâh: Huzur, saray, dergâh

Derman: Şifa

Aşk acısı bile derman olur bu yolda. Hak sevgisi öyle yakıcıdır ki, derdin kendisi şifa olur. Bu aşk dergâhında padişah zaten hazırdır, çünkü gönül Hakk’ın tahtıdır.


5. Beyit:

Âdem yaradılmadın cân kalba girmedin

Şeytan la’net olmadın ‘Arşid sayvân bana


Âdem daha yaratılmamışken can (ruh) kalbe girmemişti,

Şeytan lanetlenmemişti; Arş bana gölgelikti o vakit.

Arş: İlâhî taht

Sayvân: Gölgelik, çardak

Cân kalb: Ruhun insan kalbine yerleşmesi

Burada öncesizlik iddiası var: Ruhun ezelde Hakk’la olan irtibatına işaret. Yani zaman ve beden öncesinde, ruh zaten Arş’ın gölgesindeydi. Bu vahdet-i vücud ve ezelî aşk anlayışına doğrudan referanstır.


6. Beyit:

Diledi göre yüzin işide kendü sözün

Nazar kıldı bir kezin anda cân virdi bana

 

O sevgili (Hak), yüzünü gösterip kendi sözünü işittirdi;

Bir kez nazar etti, o anda bana can verdi.

Nazar: İlahi bakış

Cân virdi: Can verdi, hayat verdi

Sûfî inanca göre Allah bir kula nazar ederse, o kişi hakiki varoluşa erer. İlahi bakış, ölüye can verir gibi manevî dirilişe sebep olur. Şair de bu nazarın kendi üzerine düştüğünü söylüyor.


7. Beyit:

Yaradıldı Mustafa yüzü nûr gönli safâ

Ol kıldı Hakk’a vefâ andandur ihsân bana

 

Mustafa (Hz. Peygamber) yaratıldı; yüzü nur, gönlü safa dolu

O Hakk’a vefalı oldu, o yüzden bana ihsan oldu.

Peygamber sevgisi burada da merkezdedir. Hz. Muhammed’in varlığı, şair için ilahi bir lütuf olarak görülüyor. Onun vesilesiyle hakikate ulaşılmıştır.


8. Beyit:

Togdı ol dîn metâ’sı andan oldu kamusu

Âdem Halîl ü Mûsâ hüccet ü bürhân bana


Din varlığı ondan doğdu, her şey onunla var oldu.

Âdem, İbrahim (Halîl), Musa bana delil ve ispattır.

Togdı: Doğdu

Metâ’: Eşya, değerli mal

Hüccet: Delil

Bürhân: Kesin kanıt

Bütün peygamberler onun yol göstericileridir. Dinî geleneklerin özü, Hz. Muhammed’de birleşmiştir. Şair için bu zincir bir bütünlük içindedir.


9. Beyit:

‘Âşık dilin bilmeyen yâ delüdür yâ dehrî

Ben kuş dilin bilürem söyler Süleymân bana


Aşıkların dilinden anlamayan ya delidir ya inkârcıdır

Ben ise kuş dilini bilirim; Süleyman gibi bana da söylenir.

Delü: Deli

Dehrî: Dinsiz, materyalist

Kuş dili: Mecazî olarak manevî anlamları anlama yetisi

Bu beyit çok güçlü: Tasavvufî dili anlamayan, ya akıl noksanıdır ya da dünyaya saplanmış biridir. Oysa şair, Hz. Süleyman gibi varlıkların dilinden anlar; aşkın ve mananın diline vâkıftır.


10. Beyit:

Yûnus Emrem bu yolda eksükligin bildirür

Mest oluban çagırur dervîşlik bühtân bana

 

Yunus Emre’m bu yolda eksikliğini bildirir

Mest olmuş bir hâlde, dervişliğe iftira edenleri çağırır.

Son beyitte Yunus, hak yolunun zorluğuna rağmen kendi acziyetini itiraf eder. Ama mest olmuş bir halde, bu yola iftira edenlere seslenir. Dervişlik, bir oyun değil, bir yok oluş yoludur. Bu yola dil uzatmak, bühtandır (iftiradır).


Bu şiir: Vahdet-i vücud Fenâ ve bekâ Peygamber sevgisi Kur’an ve mürşid vurgusu Aşkın ilahi doğası temalarını derinlemesine işler. Her beyti, okuyanı “ben kimim, nereden geliyorum, neyi arıyorum?” sorularına götürür.

Bu şiir, sıradan bir ilâhî metin olmaktan ziyade, kendi varlığını aşk içinde eriten bir sûfînin iç yolculuğudur. Şair –muhtemelen Yunus Emre yahut onun yolundan yürüyen bir hak âşığı– varoluşun başlangıcından öncesine uzanan bir ezelî bilinçle konuşmakta; deryaları kendine damla, zerreleri umman görmektedir. Bu, benlik değil, benliksizliğin (fenâ’nın) zirvesidir.

Her beyitte yankılanan hakikat, insanın iç âlemine seslenir: Aşk, yalnızca bir duygulanım değil, bir hakikate yöneliş; bir benlik terkidir. Bu yolda Kur’an mürşiddir, peygamberler delildir, aşk ise hem imtihan hem de derman olur. Şairin kendini bir kuş gibi görüp Süleyman’ın dilinden konuştuğunu söylemesi, sembollerin ötesinde, kâinattaki her şeyin ilâhî bir lisana sahip olduğunu ifade eder. Bu da bizi, tasavvufun özündeki “her şey Hakk’ı zikreder” düsturuna götürür.

Son beyitte geçen “Yûnus Emrem bu yolda eksükligin bildirür” ifadesi, tüm bu metafizik yükselişe rağmen, kulun kendini yeterli görmemesi gerektiğine işaret eder. Çünkü dervişlik yolu, zahirde bir yokluk, batında ise sonsuz bir vücutla bütünleşmedir.

Bu şiir üzerine yapılan şerh, yalnızca kelimelerin çözümünü değil; onların ruhla kurduğu bağı da ortaya koymayı hedeflemiştir. Her beyitte saklı olan ezelî çağrı, ancak “can kulağı”yla işitildiğinde anlamına kavuşur. Bu yazının da o sese, bugünün diliyle bir yankı olduğu düşüncesindeyiz.